Kendine Güvenmemek Ne Demek? Modern İnsan ve İçsel Güvensizlik Üzerine Bir İnceleme
İnsanın kendi benliğiyle kurduğu en temel ilişki, güven ilişkisidir. Kendine güvenmemek, yalnızca bir duygu eksikliği değil, aynı zamanda varoluşsal bir kırılmadır. Kendine güvenmemek ne demek sorusu, sadece psikolojik bir durumu değil; aynı zamanda tarihsel, kültürel ve felsefi bir dönüşümü anlamayı da gerektirir. Çünkü insanın kendine duyduğu güven, çağdan çağa, toplumdan topluma değişen bir inanç biçimidir.
Tarihsel Arka Plan: Güvenin İnsanlık Tarihindeki Yeri
İlk insan topluluklarında güven, yaşamın sürdürülebilirliğiyle doğrudan bağlantılıydı. Avcı-toplayıcı dönemde birey, doğaya, topluma ve kendi becerilerine güvenmek zorundaydı. “Kendine güvenmek”, hayatta kalmanın doğal bir refleksiydi. Ancak medeniyet ilerledikçe, bireyin kendi üzerindeki kontrolü azaldı; toplumsal kurallar, dini otoriteler ve modern kurumlar insanın güven duygusunu dışsal yapılara devretti.
Orta Çağ’da insanın güveni Tanrı’ya dayanıyordu. “Kendine güvenmemek” ise bir tür alçakgönüllülük, hatta dindarlık olarak görülüyordu. Ancak Rönesans ve Aydınlanma Çağı’yla birlikte bu anlayış köklü bir dönüşüm geçirdi. Descartes’ın “Düşünüyorum, öyleyse varım” sözüyle, güvenin merkezi yeniden insanın aklına taşındı. Artık insan, kendi düşünme yetisine ve karar verme gücüne inanmalıydı.
Bununla birlikte 20. yüzyılın ikinci yarısında modern insanın güven duygusu yeniden sarsıldı. Hızla değişen toplumsal yapılar, kapitalizmin rekabet kültürü ve teknolojiyle gelen yabancılaşma, bireyin kendine olan inancını kırdı. Artık “kendine güvenmemek”, bir kişisel sorun değil, toplumsal bir fenomendi.
Psikolojik Perspektif: Güvensizliğin İçsel Anatomisi
Psikoloji, kendine güvenmeme durumunu “özgüven eksikliği” veya “özdeğer kaybı” kavramlarıyla açıklar. Bu durum genellikle bireyin erken dönem deneyimlerinden kaynaklanır. Çocuklukta sürekli eleştirilen, yeterince onaylanmayan ya da sevgiyle desteklenmeyen birey, kendi iç sesine güvenmeyi öğrenemez.
Kendine güvenmemek, kişinin kendi kapasitesini küçümsemesine, başarılarını değersizleştirmesine ve hatalarına saplanmasına neden olur. Bu durum, zamanla bir tür “öğrenilmiş yetersizlik”e dönüşür. Martin Seligman’ın bu kavramla açıkladığı gibi, birey, ne yaparsa yapsın başarısız olacağına inanır.
Modern psikoterapi, bu döngüyü kırmak için “özşefkat” kavramını öne çıkarır. Özşefkat, bireyin kendine karşı nazik olması, hatalarını insani bir deneyim olarak görmesi ve mükemmellik baskısından kurtulması anlamına gelir. Çünkü kendine güvenmek, aslında hata yapma hakkını da kabul etmektir.
Toplumsal Boyut: Kendine Güvenmemenin Kültürel Üretimi
Toplumlar, bireylerin kendine güven düzeyini doğrudan etkiler. Otoriter kültürlerde birey, kendi fikirlerini sorgulamak yerine dışsal otoriteleri referans alır. Bu durum, kendine güvenmemenin sistematik biçimde üretildiği bir yapıya işaret eder.
Eğitim sistemleri de bu döngüyü pekiştirir. Ezbere dayalı, hata yapmayı cezalandıran, sorgulamayı değil itaati öğreten sistemlerde birey, kendi aklına güvenmeyi öğrenemez. Böylece “başkalarının onayı” bir değer ölçütüne dönüşür.
Modern dünyada sosyal medya da bu durumu derinleştirir. Sürekli karşılaştırma, beğeni arayışı ve dijital onay mekanizmaları, bireyin kendi içsel değerini dış ölçütlere göre değerlendirmesine yol açar. Kendine güvenmek yerine “görünür olmak” hedeflenir. Bu da çağdaş insanın psikolojik kırılganlığını artırır.
Akademik Tartışmalar: Özgüven mi, Aşırı Güven mi?
Günümüz akademik literatüründe “kendine güven” kavramı artık tek boyutlu bir olgu olarak görülmemektedir. Sosyologlar ve psikologlar, özgüvenin kültürel bağlamdan bağımsız düşünülemeyeceğini vurgular. Batı kültürlerinde özgüven, bireysel başarıyla eşdeğer sayılırken; Doğu kültürlerinde alçakgönüllülük ve uyum ön plandadır.
Zygmunt Bauman’ın “akışkan modernite” kavramıyla tanımladığı çağda, kimliklerin hızla değiştiği, sınırların belirsizleştiği bir dünyada “kendine güven” kavramı da sabitliğini yitirir. Artık birey, sürekli değişen koşullar arasında kendi benliğini koruma çabası verir. Bu çaba, zaman zaman “kendine güvenmeme” biçiminde bir varoluşsal yorgunluğa dönüşür.
Bazı akademik yaklaşımlar ise “aşırı özgüven”in de tehlikeli olduğunu savunur. Sosyal psikolojiye göre, abartılmış güven duygusu, empatiyi ve eleştirel düşünmeyi zayıflatır. Dolayısıyla sağlıklı bir özgüven, kendini tanımak kadar, kendi sınırlarını da kabul etmekle mümkündür.
Sonuç: Kendine Güvenmemek Bir Eksiklik Değil, Bir Davet
Kendine güvenmemek, çoğu zaman bir zayıflık olarak görülür; oysa bu duygu, insanın kendini tanıma sürecinin başlangıcı olabilir. Güven duygusu, sorgusuz bir inanç değil; deneyim, hata ve öğrenmeyle gelişen bir süreçtir.
Gerçek güven, hiç sarsılmamak değil; her sarsıntıdan sonra yeniden ayağa kalkabilmektir. Kendine güvenmemek bazen insanı düşünmeye, anlamaya ve yeniden inşa etmeye iter.
Belki de asıl soru şudur:
Kendimize güvenmediğimizde, gerçekten kimden şüphe ediyoruz — kendimizden mi, yoksa dünyanın bize verdiği değer ölçütlerinden mi?